İBRAHİM DEMİRCİ
Yusuf Akçura, Türk düşünce ve siyaset tarihinin önemli ve etkili isimlerinden biri. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük hakkında görüşlerini anlattığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı eseriyle tanınan Yusuf Akçura, 1876 Ulyanovsk (Simbir) doğumlu. 1935 yılında kalp krizinden hayatını kaybettiğinde arkasında göç, askerlik eğitimi, sürgün, Paris’te eğitim, Kazan’da mücadele, gazetecilik, teşkilatçılık, üniversitede hocalık, milletvekilliği, Türk Tarih Kurumu başkanlığı gibi görevlerle dolu bir ömür bırakmıştı.
Onun Suriye ve Filistin Mektupları adlı eserinden Ali Ulvi Temel’in Hece dergisinin Kudüs Özel Sayısı için kaleme aldığı “Kudüs’e Yolu Düşenler” adlı çalışmasını okurken haberim oldu (Hece, 306/307/308, s. 685-705). Ali Ulvi Temel’in yazısından aktarıyorum: “Yusuf Akçura’nın 1913’te Suriye, Filistin bölgelerini gezip, Hicaz’a gidip hacı olduğu dönemle ilgili Orenburg’da çıkmakta olan Vakit gazetesine gönderdiği mektuplar Nisan ve Ekim ayları arasındaki çeşitli sayılarda yayımlanmıştı. Bu mektuplar İsmail Türkoğlu tarafından hazırlanarak 2016 yılında Ötüken Yayınları arasında Suriye ve Filistin Mektupları adıyla çıkmıştır. Yusuf Akçura Vakit gazetesinin 6 Temmuz 1913 tarihli sayısında yayımlanan mektubunda trenle vardığı Kudüs’te aradığı Kudüs-i Şerif’i bulamadığını anlatır. ‘Kudüs-i Şerif bu mu? Nerede o İncil’in Yeruselem’i?’ diye sorar. ‘Lanet olsun sana ey garp temeddünü! Eski dünyanın bütün bu sade şehirlerini bozmuşsun, onun yerine kendinin alaca bulaca güzelliklerini de vermemişsin!’ der (s. 130)”.
Suriye ve Filistin Mektupları’nı ve yine İsmail Göktürk’ün yayıma hazırladığı Sürgünden İstanbul’a Dârülhilâfet Mektupları’nı hemen edindim. İlk kitap, 2020 yılında 3. baskısını, 2. Kitap 2018’de 2. baskısını yapmış.
DİL HATALARI
Suriye ve Filistin Mektupları’nda yeni baskılarda bazı yanlışların düzeltildiği görülüyor. Fakat Dârülhilâfet Mektupları’nda düzeltilmeyi bekleyen epeyce kusur var. Bu kusurların önemli bir kısmı, yanlış yapma korkusunun sonucu: Beslenme ve konaklama anlamında kullanılan “iaşe ve ibate”nin “iaşe ve ibade” yazılması gibi (s. 10).
Bazı yanlışlar dikkatsizlik eseri: “XVIII. asrın milâdî nihayetlerinde” (s. 13) “asr-ı milâdî” olacağı fark edilmeliydi. “1877 Rus-Türk muharebesinin müsebbib-i hukukiyesi General İgnatiyef denilebilir.” (s. 25) İgnatiyef, “hukuki” değil “hakiki” müsebbib olmalı; aynı sayfada aynı generalin Ayastefanos mukavelesiyle “Panslavizm” emeline “muvafık” olur görünmesi değil “muvaffak” olur görünmesi beklenir. Yine aynı sayfada “müzellet”in “mezellet” olması gerekir.
Yusuf Akçura’nın 1 Temmuz 1908 tarihli Tercüman gazetesinde yayımlanan “Müteveffâ General İgnatiyef” başlıklı yazısının son paragrafı, tarihte önemli işler görmüş pek çok kişi için söz konusudur: “Zavallı İgnatiyef vefatına yakın malikânesinin sükûn parkına çekilip de hayatının en faal devrelerini hatırlamış olsa, ateşli konuşmalarının, hummalı didinmelerinin, dirayetli yalanlarının en açık netayici kan içinde kıvranan yüzbinlerce bigünah, bîçareler olduğunu ve bunlar arasında iki de taçlı başın bulunduğunu görmüş ve şüphesiz muazzeb (acı, azap çeken) olmuştur…” (s. 26).
Sözün akışına göre “hummalı” olduğu anlaşılan kelime, kitapta maalesef “hamâlî” şeklinde dizilip basılmıştır.
Kitap boyunca pek çok cümlede vak’a (olay), vâkıa (olgu) ve vâkı’a (gerçi) kelimelerinin birbirine karıştığı; “de/da” bağlacıyla “-de, -te” bulunma hâli ekinin karıştırıldığı; tamlama hâlindeki ifadelerin tamlama yokmuş gibi yazıldığı yahut bunun tam aksinin vuku bulduğu görülüyor.
İLGİNÇ GÖZLEMLERİ VAR
5 Ağustos 1908 tarihli Tercüman’da yayımlanan “Milliyet” başlıklı yazının girişinde “Hicret-i nebeviden müddet-i asır geçmemişti ki, şair Firdevsi, birkaç bin senelik İran milliyet ve medeniyetini, ‘Arap Bedevilerinin’ arzu-i temsiline karşı Şehname’siyle cengâverâne müdafaaya girişti.” cümlesini okuyoruz (s. 43). Şehname, hicretten neredeyse dört asır sonra yazıldığına göre bu “müddet-i asır” ifadesinin önünde unutulan veya gözden kaçan bir ifade olmalı. Belki yazarın, belki mürettip veya musahhihin ihmali veya dalgınlığı söz konusudur.
Doğrusu, kitabı okurken karşıma çıkan “bila istifade” (s. 46) ve “bila istihraç” (s. 58) kelimelerinin doğru şekillerinin “bilistifade” ve “bilistihraç” olması gerektiğini fark edince İsmail Türkoğlu hocanın bu metni kitaplaşmadan önce bir kez bile okumaya fırsat bulamadığını düşünmekten kendimi alamadım. “Ehlü’l-hal ve’l-akd”in “Ehlü’l hil vel-akid” “lügavî”nin “lagvi”, “hulefa-yı erbaa”nın “hukfay-ı erbaa” şeklinde yanlış yazıldığını görünce (s. 61) bu işin bir öğrenciye havale edilmiş olabileceği zehabına kapıldım. Benzer bir durum rahmetli Hüseyin Ayan hocanın başına gelmişti. Allah taksiratını affetsin!
Yusuf Akçura’nın ilginç gözlemleri, çarpıcı yorumları, zaman zaman ihtiyatlı zaman zaman cesur çıkarımları, samimi uyarı ve teklifleri var. Yazdıklarını ilgiyle ve zevkle okudum, ondan çok şey öğrendim. Fakat bir cümlesi beni hayli şaşırttı ve düşündürdü: “Devlet-i İslâmiye’nin merkez-i hükûmeti Mekke-i Mükerreme mukaddes şehridir ki…” (Kitapta “merkez hükûmeti” yazılmış maalesef, s. 60) Yusuf Akçura, dinimizde ve tarihimizde hiçbir karşılığı olmayan böyle bir hükme nasıl ulaştı dersiniz?